Arabanın arka
koltuğunda oturmak beni hep ağlatmıştır. Çocuksu bir bakış açısından ya da
eğlenceli bir anlamda değil, fazlasıyla karanlık bir hissiyat aslında. Arabamı,
araba sürmeyi ne kadar özlediğimi hatırlamıyorum bile, ama genelde önde
oturduğu kişi yani şoförün yanında oturduğunda insan ne de olursa küçük şirin
bir görevin başında hisseder kendisini boşu boşuna. Ama arkada dünyanın hüznüne
maruz kalıyorsun sanki. İstanbul’un ışıkları parlıyordu uzaktan. Acaba hangi
binaydı. Gülümsüyordun. İstanbul’u dinliyorum yazmıştın daha sonra, gözlerin
kapalıydı değil mıydı bilemiyorum; sadece arka koltuğun Kasım yağmuruna maruz
kalan bir pencere kadar ıslak-bulutlu olduğunu düşünüyorum. Daha şimdiden soğuk
havaları özledim. Ada çok kalabalık, sanki gitmiş o güzelim tenha sokaklar boş
evler, yerini ne pahasına olursa olsun tatil yapmak eğlenmek isteyen insanlar
doldurmuş. Eriyorum, boşalıyorum bir çocuğun elindeki bir balon gibi. geçen yaz
da böyleydi sanırım. İnsan unutuyor. Aynı benim senin İstanbul’un ışıklarına nasıl
baktığın unuttuğum gibi, gözlerini unuttuğum gibi, kapalı değildi ki gözlerin,
belki çok fazla kelebek vardı, sürekli gözlerine konmak istiyorlardı, sürekli
benim alnımda bir vadi açmak istedikleri gibi. Kaybolduk, gürültülü bir
ziyafetin sonundaki oyuna doymayan bir çocuk gibi. Kitaplarım çıkıyor, Melekût’un
çevirisi de bitti bugün; annemi gördüm, elleri daha da yaşlanmıştı, titriyordu,
bakamıyordum. Dün uzun zamandır 37 yaşında olduğumu sandığımı anladım, hesap
yaptım 35 çıktı, doldurmamışım bile. 5 yaşında bile yaşlı hissetmiyor muydum ki?
Sohrab’ın dediği gibi. İçimden garip bir şekilde sevdiğim tek İran’lı sinemacı.
Doğum günü bugün. Sanırım o yüzden ansızın yazmaya başladım zaten. Bir de
arabanın arka koltuğu yüzünden. Sohrab’ın asırlarca yerinden kalkmayan
demiryolu makasçısı yüzünden. Ya da ne demişti, ne yazmıştı daha doğrusu, bir
filminin köylü olan çocuk oyuncusunun annesi, yıllar sonra Almanya’da olan yönetmene
yazmıştı bir mektupta: “Sohrab! Ey dünyanın bigane kasabalarında sergerdân olan
sevgili yavrum!” Daha az içmeliyim aslında. Yapamıyorum. Saksı alıp kaç bitkimi değiştirmeliyim, martıları beslemeliyim, uçtu uçacak yavruları neyse ki,
ebeveynler çok beklediler, aynı arkadaki evin kedisi Sabır’ın bana uzun uzun
bakıp beklediği gibi. Ona Ava’dan geri kalan sucuğunu alıp getirdim, veririm
bir ara. Tabii Rocky orada olmazsa, onun payını kapmazsa. Rocky çok serseri, üstelik
German Shepherd. Gürcistan’a gitmek istiyorum. Hamlet içimi parçaladı o gün.
Gürcü Hamlet tabii. Şili’nin uçak biletleri çok pahalı. Ariel Dorfman’ı bütün
kanlar ve kederleriyle orada bırakmalıyım sanki şimdilik. Tiflis’e gidip şarap
içmek istiyorum, seni unutmak istiyorum, kendi toprağımı de. O kadar acıya
dayanılmaz, ben dayanamam daha doğrusu. Anet hanım çok tatlı, acaba onun annesi
nasıl toprağını unutmuş, toprağı burası değil mı ki zaten? Toprak bizi nasıl
unutur acaba? Şimdi ben hâr bir karanlık gecesi o sarı haremin karşısından
geçersem Haşt-Beheşt beni hatırlar mı? Sarayların karanlık yanı beni
hatırlarlar mı? Kuyuların boğazları, yaşlı kâri dedenin sesindeki hüzün beni
hatırlar mı? Müthiş bir endühla karabatakları bana anlatan Bandar-Torkman’daki
avcı beni hatırlar mı? Çoban Ata’nın uçurumundaki çalıya bağladığım dilek, onun
adını öğrendiğimde onun adına, onun karlarına doğru gülümsediğim Savalan’ın
yanındaki küçük dağ, annemin kucağındayken Gorgan ormanlarında karşılaştığım o
ayı, Likya Yolu’ndaki sedirler, Altındere’deki kayalıklar, bunlar beni hatırlar
mı? Bizi hatırlar mı? İstanbul beni dinliyor mu? Gözleri kapalı mı? Sen beni
duyuyor musun? Arka koltuğa oturmuşum bak, kucağımda bir martı, gözlerimde bir
sedir, yağmuru bekliyorum.
*İstanbul'u
dinliyorum, gözlerim kapalı (Orhan Veli Kanık’ın bir şiirinin başlığı)