۱۴۰۲ تیر ۷, چهارشنبه

Bak Sohrab! Bizi Dinliyor İstanbul*

 

Arabanın arka koltuğunda oturmak beni hep ağlatmıştır. Çocuksu bir bakış açısından ya da eğlenceli bir anlamda değil, fazlasıyla karanlık bir hissiyat aslında. Arabamı, araba sürmeyi ne kadar özlediğimi hatırlamıyorum bile, ama genelde önde oturduğu kişi yani şoförün yanında oturduğunda insan ne de olursa küçük şirin bir görevin başında hisseder kendisini boşu boşuna. Ama arkada dünyanın hüznüne maruz kalıyorsun sanki. İstanbul’un ışıkları parlıyordu uzaktan. Acaba hangi binaydı. Gülümsüyordun. İstanbul’u dinliyorum yazmıştın daha sonra, gözlerin kapalıydı değil mıydı bilemiyorum; sadece arka koltuğun Kasım yağmuruna maruz kalan bir pencere kadar ıslak-bulutlu olduğunu düşünüyorum. Daha şimdiden soğuk havaları özledim. Ada çok kalabalık, sanki gitmiş o güzelim tenha sokaklar boş evler, yerini ne pahasına olursa olsun tatil yapmak eğlenmek isteyen insanlar doldurmuş. Eriyorum, boşalıyorum bir çocuğun elindeki bir balon gibi. geçen yaz da böyleydi sanırım. İnsan unutuyor. Aynı benim senin İstanbul’un ışıklarına nasıl baktığın unuttuğum gibi, gözlerini unuttuğum gibi, kapalı değildi ki gözlerin, belki çok fazla kelebek vardı, sürekli gözlerine konmak istiyorlardı, sürekli benim alnımda bir vadi açmak istedikleri gibi. Kaybolduk, gürültülü bir ziyafetin sonundaki oyuna doymayan bir çocuk gibi. Kitaplarım çıkıyor, Melekût’un çevirisi de bitti bugün; annemi gördüm, elleri daha da yaşlanmıştı, titriyordu, bakamıyordum. Dün uzun zamandır 37 yaşında olduğumu sandığımı anladım, hesap yaptım 35 çıktı, doldurmamışım bile. 5 yaşında bile yaşlı hissetmiyor muydum ki? Sohrab’ın dediği gibi. İçimden garip bir şekilde sevdiğim tek İran’lı sinemacı. Doğum günü bugün. Sanırım o yüzden ansızın yazmaya başladım zaten. Bir de arabanın arka koltuğu yüzünden. Sohrab’ın asırlarca yerinden kalkmayan demiryolu makasçısı yüzünden. Ya da ne demişti, ne yazmıştı daha doğrusu, bir filminin köylü olan çocuk oyuncusunun annesi, yıllar sonra Almanya’da olan yönetmene yazmıştı bir mektupta: “Sohrab! Ey dünyanın bigane kasabalarında sergerdân olan sevgili yavrum!” Daha az içmeliyim aslında. Yapamıyorum. Saksı alıp kaç bitkimi değiştirmeliyim, martıları beslemeliyim, uçtu uçacak yavruları neyse ki, ebeveynler çok beklediler, aynı arkadaki evin kedisi Sabır’ın bana uzun uzun bakıp beklediği gibi. Ona Ava’dan geri kalan sucuğunu alıp getirdim, veririm bir ara. Tabii Rocky orada olmazsa, onun payını kapmazsa. Rocky çok serseri, üstelik German Shepherd. Gürcistan’a gitmek istiyorum. Hamlet içimi parçaladı o gün. Gürcü Hamlet tabii. Şili’nin uçak biletleri çok pahalı. Ariel Dorfman’ı bütün kanlar ve kederleriyle orada bırakmalıyım sanki şimdilik. Tiflis’e gidip şarap içmek istiyorum, seni unutmak istiyorum, kendi toprağımı de. O kadar acıya dayanılmaz, ben dayanamam daha doğrusu. Anet hanım çok tatlı, acaba onun annesi nasıl toprağını unutmuş, toprağı burası değil mı ki zaten? Toprak bizi nasıl unutur acaba? Şimdi ben hâr bir karanlık gecesi o sarı haremin karşısından geçersem Haşt-Beheşt beni hatırlar mı? Sarayların karanlık yanı beni hatırlarlar mı? Kuyuların boğazları, yaşlı kâri dedenin sesindeki hüzün beni hatırlar mı? Müthiş bir endühla karabatakları bana anlatan Bandar-Torkman’daki avcı beni hatırlar mı? Çoban Ata’nın uçurumundaki çalıya bağladığım dilek, onun adını öğrendiğimde onun adına, onun karlarına doğru gülümsediğim Savalan’ın yanındaki küçük dağ, annemin kucağındayken Gorgan ormanlarında karşılaştığım o ayı, Likya Yolu’ndaki sedirler, Altındere’deki kayalıklar, bunlar beni hatırlar mı? Bizi hatırlar mı? İstanbul beni dinliyor mu? Gözleri kapalı mı? Sen beni duyuyor musun? Arka koltuğa oturmuşum bak, kucağımda bir martı, gözlerimde bir sedir, yağmuru bekliyorum.

 

28 Haziran 2023
Büyükada

 

*İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı (Orhan Veli Kanık’ın bir şiirinin başlığı)